2007’nin ilk günlerinde MÜYAP’ın açıkladığı, “bandrol satışlarına göre müzik piyasasında en çok satılan albümler” listesi çoğu müzikseveri şaşırttı. Birçok ünlünün CD satışı 100 bini aşamazken, bilinmeyen isimlerin albümlerinin yüksek satış rakamlarına ulaştığı çıktı ortaya. Ermeni dudukçu Suren Asaduryan, 190 bin satan “Seneler” albümüyle listenin 11’nci sırasında yer aldı. Kenan Doğulu, Nazan Öncel, Sezen Aksu, Hande Yener’i geride bıraktı. Daha önce Erkan Oğur’la kaydettiği “Bir Ömür Sadece” ve Yansımalar’la hazırladığı “Vuslat”ın toplam satışları da 60 bin’i buldu. 23 Şubat’ta Hrant Dink’in cenazesine katılmak üzere Erivan’dan gelen müzikçiyle, tören sonrası buluştuk. Kayısı dalına sihir üflemenin inceliklerini konuştuk.
Bugün Hrant Dink’in cenazesinde duduk çalındığına tanık olduk. Bu Ermenistan’da bir gelenek midir?
– Sadece Ermenistan’da değil Kafkas coğrafyasının bütününde, iyi ve kötü günde duduk çalınır. Azeriler, Gürcüler, Ermeniler gelini dudukla karşılar, cenazelerini dudukla uğurlar. Ben de uzun yıllar cenazelerde çaldım. Dostum, kardeşim Hrant’ın öldürüldüğünü öğrenir öğrenmez İstanbul’a geldim, Agos’a gidip herhangi bir istekleri olup olmadığını sordum. Sanıyorum cenazede bir Türk müzikçinin çalmasını özellikle tercih ettiler. Bu arada cenaze töreninin beni çok şaşırttığını, çok etkilediğini, gördüklerimi hiç unutamayacağımı söylemeden geçemeyeceğim. 12 yıldır Türkiye’ye gelir, giderim. Birçok arkadaşım oldu, dostluklarını hissettim hep. Fakat binlerce kişiyi sokakta “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” pankartlarıyla yürürken görmek, anlatamayacağım kadar çok etkiledi beni. Ermenistan’da TV’den töreni izleyenler de çok etkilenmiş. Hrant, ölümüyle iki ülke arasında yeni ve güçlü bir köprü oldu.
Yansımalar‘la “Vuslat”, Erkan Oğur’la “Bir Ömür Sadece” gibi çok etkileyici, uzun yıllar sonra dinlenebilecek iki albüm yaptınız. Fakat bu iki albümün yankısı sınırlı oldu. Birden bire nasıl şöhrete kavuştunuz ve CD’leriniz 190 bin satmaya başladı?
– Türkiye’deki ilk kayıt çalışmam olan “Vuslat”ta Şenol Filiz ve Birol Yayla gibi çok iyi iki müzikçiyle çalışmam büyük şanstı. Ardından birbaşka çok önemli müzikçi Erkan Oğur‘la tanıştık. Duduk’un sınırlarını genişletmeyi amaçlayan, deneysel yanı ağır basan “Bir Ömür Sadece”yi kaydettik. Bu albüm konser gibi kaydedilmiştir ve stüdyoda üzerinde oynanmamıştır. Duduk tekniği açısından albüm 200 yıl sonra bile yenilikçi özelliğini koruyacaktır, bu kadar iddialıyım. Ermenistan’da geniş yankı uyandırdı. Gazetelerde birçok değerlendirme yazısı yayımlandı. Bu iki albümden sonra Türkiye’den herhangi bir teklif gelmedi. Bir süre bekledim. Bir prodüktör tekno, disko albüm yapmayı önerince kabul ettim. Ortaya “Seneler” albümü çıktı. Ardından aynı çizgideki “Horovel” albümünü yaptım. Her ikisinin de düzenlemeleri bana ait değil.
Bu albümler içinize sindi mi?
– Stüdyoya girdim, adabıyla solo duduk çaldım. Kaydı teslim ettim, ücretimi aldım. Sonraki gelişmelerden hiç haberim yok. Benim kaydımdan sonra, stüdyoda elektronik efektler eklenmiş. Piyasa bu tür müziği seviyor, bu tür müzik beğenilere daha çok hitap ediyor olmalı ki “Seneler” reklam yapılmadan 190 bin sattı. Horovel ise deneysel bir çalışmaydı. İlk kez tar, lavta, dijerido gibi çalgılar dudukla buluştu. Bu albümün satışlarının da iyi olduğu söyleniyor. Tabii aslında duduk, duduk için yazılan müzikte en güzel tınlar.
Anlaşılan içinize pek sinmemiş, peki para kazandırdı mı?
– Albümü kaydederim, stüdyodan çıkarken paramı peşin alırım. Ödenen ücret birkaç bin doları geçmez. Sonra albümün 20 bin ya da 200 bin satması beni etkilemez, ek telif ücreti ödenmez. Sadece son albümüm “Horovel” için tiraja bağlı anlaşma imzalamıştım, henüz ek ödeme yapılmadı.
Peki hangi koşullarda duduk en iyi şekilde tınlar?
– Herhangi bir enstrüman gibi çalındığında duduk karakterini yakalamak mümkün değildir, teknik açıdan çalınabilir, ancak ruhunu yansıtamazsınız. Bir dudukçu öncelikle makam ve klasik müzik bilgisine, geniş ezgi dağarcığına sahip olmalı. Hayatla etkileşimini korumalı, insani yönleri güçlü olmalı. İyi dudukçu, ruhunun ve Tanrı’nın sesini duyan, bunu çalgısına üfleyen kişidir. Gökyüzünden akar ezgiler, nefese, sese dönüşür. Tanrı’yla bağınız zayıfsa işiniz zor. Duduk on delikli, kamış ağızlıklı bir sopadır. Ama çalmak tarif etmek kadar kolay değildir. İyi çalmak bir yana, bir çalgının olgunlaşması, sesini bulması, akort tutması için bile iki ya da üç yıl uğraşmak gerekir. Çünkü ağaç yaşayan bir malzemedir, zamanla şekil değiştirir. Duduk en güzel, dudukla birlikte çalındığında tınlar. Bir ya da iki duduk sabit bir sesle fon oluşturur, biz buna dem tutmak deriz. Solist duduk, dem üstüne çalar. Duduk orkestrasının sesi de çok etkileyicidir. Alto, tenor, bas duduktan oluşan birçok orkestra var. Benim de böyle 11 kişilik bir topluluğum var Erivan’da.
İçiniz yanar, arınırsınız
Dudukta kimlerden etkilendiniz, kimleri usta kabul ediyorsunuz?
– En büyük usta Markar Markaryan’dır. Ondan önce duduk, şarkıcıya eşlik aracıydı. Mey gibi tek düze çalınırdı. Markaryan’ın elinde duduk solo çalgıya dönüştü, kişilik kazandı. Ardından gelen Levon Madoyan, Vace Hosepyan, Civan Gasparyan çalgının ses zenginliğini artırdı. Hosepyan ve Gasparyan, dudukta iki ayrı ekoldür. Hosepyan’ın yetiştirdiği, adını duyurmayı başaran iki öğrencisinden biriyim. Bununla birlikte Civan Gasparyan da ustam ve dostumdur.
Duduk çoğumuz için hüznün, acının sesi. Oysa Kafkaslar’da halk danslarında da kullanılıyor. Siz en çok hangi duyguyla bağdaştırıyorsunuz?
– Kimi gülmekten ağlar, kimi ağlarken güler… Ustası duduk çalarken, sahneye iyi bir dansçı çıkmışsa izlemek büyük zevktir. Enstrüman da mutlu olur, çalan da, dinleyen de. Önemli olan tüm duyguları en iyi şekilde ifade edebilmek. Duduk çalmak dua etmek gibidir. Ezgiler çalanın ve dinleyenin damarlarına nüfuz eder, içini yakar, ruhundan akıp geçer. Kendinizle hesaplaşırsınız. Arınırsınız. İç dengelerinizi, hayatla uyumunuzu yeniden kurarsınız.
Erivan’da sokağa çıkıp, yoldan geçenlere “Çok ağlatan mı, iyi oynatan mı iyi dudukçudur” diye sorsak, sizce çoğunluk ne cevap verir?
– Sorunuz çok doğru, çünkü böyle bir ayrım yapılıyor. Kimileri çok ağlatmakla, kimileri iyi oynatmakla meşhur. Mesela şimdi hayatta olmayan ünlü usta Siyah Haçik, çok yanık çalardı, her dinleyen ağlardı. Makam bilgisi, duygusu çok derindi. Ama tekniği çok iyi değildi, dans müziği çalmaya kalktığında başaramazdı. Bana sorarsanız iyi müzikçi, forma bağlı kalmalı, her duyguyu başarıyla yansıtabilmeli ve hayatın her alanına girebilmeli. Civan Gasparyan böyle bir müzikçidir.
Türkiye’ye nasıl düştü yolunuz?
– Türk radyolarını dinliyor, TV’lerini izliyordum. Anadolu’yu çok merak ediyor, Türk müzikçilerle tanışmak istiyordum. 1995’te Erivan İstanbul arasında direkt uçuş yoktu. Türkçe bildiğini söyleyen, rehberlik yapacak bir arkadaşımla birlikte cebimize beş bin dolar koyduk, yola çıktık. Azerbaycan’a gittik, oradan Gürcistan’a ve nihayet dört gün sonra İstanbul’a vardık. Arkadaşım pahalı bir otele yerleşmemizi sağladı. Türkçe’yi iyi bilmediği çıktı ortaya. Haftalar geçti, paramız bitti, Türk müzikçilerle bağlantı kuramadık. Ermenice yayın yapan Marmara gazetesine gidip yardım istedik. Fakat onlar da Türk müzikçileri tanımıyormuş. Çaresiz geri döndüm. İkinci gelişimde de perişan oldum. Nihayet üçüncü gelişimde Muammer Ketencoğlu’yla tanıştım. Açık Radyo’daki programına beni konuk etti. Bu programı dinleyip onu arayan, Şenol Filiz ve Birol Yayla’yla tanıştırdı. Tam üç yıl geçtikten sonra muradıma erdim, arzu ettiğim düzeyde müzikçilerle tanıştım, dost oldum. 1996’da Vuslat albümü yayınlandı.
Menajer yoksa, konser yok
Türk müzikçilerle çalışmak size ne kazandırdı?
– Dünyada iyi müzikçilerin sayısı gerçekten çok az. Türkiye’de iyi ve kötü birçok müzikçiyle tanıştım. Bence dünyada Şenol Filiz kadar iyi neyzen yok, aynı şekilde Erkan Oğur çok önemli bir müzikçi. İkisiyle de çalışmak benim için çok önemliydi, ufkumu açtı. Enstrümanım üzerine yeniden düşünmemi sağladı. Erkan Oğur’la stüdyoda kurduğumuz ruh birlikteliği çok etkileyiciydi. Repertuvardaki Sayad Nova ezgisini bilmiyordu, hiç duymamıştı. Perdesiz gitarla kalpten, üstelik birinci sesi çaldı, ben eşlik ettim. Şimdi bu parçayı dinleyenler Erkan Oğur’un bu ezgiyi kırk yıldır bildiğini sanıyor. Bu açıdan büyük kazançtır onlarla tanışmak, çalışmak.
Sizi konserlerde dinleyemiyoruz, teklif mi gelmiyor, yoksa konser vermeyi mi sevmiyorsunuz?
– Türkiye’nin birçok kentinde konser verdim. Fakat İstanbul ve Ankara’dan çok nadir konser teklifi geliyor. Nedeni Türkiye’de menajerimin olmaması.
Yeni projelerden bahsedelim son olarak.
– Şu arada beşinci albümümü kaydediyorum. Gitar ve duduk ikilisi olacak. Kaan Ergün ile geleneksel eserleri yorumluyoruz. Albümün ismi Eşkamed (Heves) ya da Siruhis (Sevgilim) olacak. Daha sonra kanun ve duduk ikilisi denemeyi düşünüyorum. Türkiye dışında da yeni projelerin arayışı içindeyim. Bir süre önce Lionel Richie’den bir çağrı aldım. Belki bir albümde ona eşlik edeceğim.
DİPLOMALI HEYKELTRAŞ, PROFESYONEL DUDUKÇU: Suren Asaduryan’ın (46), babası müziksever bir polis, annesi ev hanımı. Asaduryan çifti üç çocuklarına da müzik aşkı aşılamış. İlk oğulları Gagik, ünlü bir garmon ve kemençeci. Suren duduk, kızları Anuş kanunu seçmiş. Üçü de konservatuvar mezunu. Suren Asaduryan’ın ilk hocası Vace Hosepyan. “16 yaşındaydım tanıştığımda. Yaz okuluna gelmişti. Bir duduk ve dört gün süre verdi. Kendi başıma öğrendim. Dinledim, beğendi, ders vermeye başladı” diyor ondan söz ederken. Bir yandan Erivan Güzel Sanatlar Akademisi’nde heykel bölümünde okurken, diğer yandan profesyonel olarak çalışıyordu Asaduryan. 17 yaşında şöhrete kavuştu, Rusya’da Avrupa’da konser vermeye başladı. 20 yaşında Ermenistan Halk Müziği Orkestrası’na kabul edildi. Yedi yıl solist sanatçı olarak görev yaptı. 30 yaşında, konservatuvar öğrenimi görmeye karar verdi, Erivan Tiyatro, Edebiyat, Müzik Akademisi’ni bitirdi. Klarnet çalmayı öğrendi. Bugüne kadar, biri Ermenistan’da olmak üzere beş CD’si yayımlandı. Film müziklerinde yer aldı. Hobi düzeyinde heykel çalışmalarını sürdürüyor. Suren Asaduryan’ın eşi Asmik, konservatuvar mezunu bir piyanist. Oğlu Hasmik (20) hukukçu, kızı Agata (19) ise konservatuvarda piyano bölümü öğrencisi.
RUHU TİTRETEN KAYISI DALI: Topu topu iki karış uzunluğunda, kaval benzeri bir çalgı duduk. Ses hacmi, günümüz enstrümanlarının yanında çok zayıf: 1 oktav sadece. Etnomüzikologlar, belki de dünyanın en ilkel enstrümanı, diyor onun için. Bin, hatta bin beş yüz yaşında olduğu sanılıyor. Anayurdu Doğu Anadolu. Azeriler dut ağacından yapıyor ve “balaban” diyor adına. Dağıstanlılar’ın “yastı balaban”ı kızılcık ağacından. Biz “mey” adını vermişiz. Ceviz dalından yapıyoruz. Bu primitif çalgıyı ulusal enstrüman kabul eden, içine sihir üfleyen Ermeniler’e gelince… Ermeniler “kayısı çubuğu” anlamına gelen “duduk”u yüzyıllardır aynı teknikle yapıyor. Dışında özenle seçtikleri çubuğu kullanıyor. Ağızlığına ise Aras Nehri’nden kestikleri kamışı ham haliyle yerleştiriyorlar. Ve öyle çalıyorlar ki, dinleyenin ruhu titriyor. Asaduryan “Marifet çalgıda değil, çalanda” diyor, bir anısını anlatıyor: “Türkiye’de dördüncü albümümü kaydederken stüdyoya genç bir müzikçi geldi. Kendi çalgısını gösterdi, yedek duduklarımdan birini satın almak istedi. Elindeki enstrümana baktım, gayet iyi. Bunu söylediğimde inanmadı, çalgı vermek istemediğimi sandı. Benim kullandığım tonları yakalamak için benim çalgıma sahip olması gerektiğine inanmış. Elimdeki eski enstrümanımı ona hediye ettim, elindekini aldım. Sonra albümü bu dudukla çaldım. Çello gibi ses çıktı, sonuca o da şaşırdı.”
(Serhan Yedig / 28 Şubat 2007 / Hürriyet)