2022’de 97’nci yaşını kutlayan tıp doktoru ve koro şefi Nevzat Atlığ, geleneksel Türk müziğini gazino geleneğinden uzaklaştırıp derinlikli icrayı ön plana çıkarma konusundaki çabasıyla kültür tarihimize geçti. Atlığ “Bu benim ömrümün özeti” diyor.
Süleyman Seyfi Öğün – Musikiyle merak kurduğunuz muhitleri ve bunların sizin sosyalleşme tarihinizde yarattığı tesirleri çok merak ediyorum. Gençliğinizden itibaren İstanbul’da ne gibi bir ortam vardı?
– Çocukluğum devamlı müzik yapılan bir evde geçti. Babam subaydı, keman çalardı. Nota bilirdi. Evimizde nota arşivi vardı. Gençliğim, özellikle lise yıllarım böyle devamlı müzik yapılan bir evde geçmemiş olsaydı ben nereden musikiye atılabilirdim? Tıp tahsili yapmak istiyordum. Herhalde bu alanda bir yere gelebilirdim ancak. Böyle bir evde yetiştiğim için İstanbul’a geldiğimde kendime müzik odakları bulabildim, buraya yerleşebildim. Bunların başında İbnülemin Mahmut Kemal Bey’in evinde düzenlenen toplantılar geliyor. Musiki meclisleri düzenleyen tek kişi Kemal Bey değildi. Eğitimci, yazar Hakkı Süha Gezgin aynı zamanda ney üflerdi. Beşiktaş Şair Nedim Sokak 110 numara’daki ahşap konağında ayda bir toplantılar düzenlerdi. Diyebilirim ki amatör cemiyetler, mahfiller içinde en iyi müzik orada yapılırdı. 1944-45 yıllarıydı. Tıp Fakültesi’nde öğrenciydim. Hakkı Süha Bey’in arşivinde pek çok plak vardı. Bize bunları dinletirdi. Tanburi Cemil’in kayıtlarını dinlediğimi hatırlıyorum. Tanburi Selahattin Pınar da aramızdaydı. Başka müzisyen arkadaşlar da gelirdi. Bizler de müziğe katılırdık. Aynı dönemde Ekrem Karadeniz’in evindeki toplantıları hatırlıyorum. Dr. Mazhar Osman’ın sınıf arkadaşı Dr. Sami Mortan cumartesi günleri evinde toplantı düzenlerdi. İbnülemin Mahmut Kemal Bey de zaman zaman gelirdi. Bu cemiyetler faydalı kaynaklardı. İstifade ettiğimi söyleyebilirim. 1943-44’te Ercüment Berker tarafından İstanbul Üniversitesi Korosu kuruldu. 1944 Mayısı’nda Kadıköy Halkevi’nde konser düzenledik. Doğrusunu söylemem gerekirse, Ercüment Berker ile o tarihlerden itibaren müzik görüşlerimiz birbirini tutmuyordu. Mesela sonraki yıllarda Beyati Araban Faslı’nı piyanoyla icra etmek istediğinde bunun olmayacağını söylemiştim. Aramızda ihtilaf çıktı. Gitmemeye başladım. Ne hikmetse koro 1946’da dağılma aşamasına geldi. 1947’de toparlayıp 1958’e kadar getirdim. Üniversite korosunun gençleri yetiştirmekte olduğu kadar kendimin yetişmesinde de çok önemi ve faydası oldu. Bu aşamaya gelene kadar takip ettiğim en önemli kaynak 1941’den itibaren Ankara Radyosu’nun yayınlarıydı. Özellikle iki özelliği dikkatimi çekiyordu: Mesut Cemil’in Klasik Koro’su, Şerif İçli’nin Hakkı Derman’la yaptığı fasıllar. Ne yazık ki günümüzde fasıl musikisi ayağa düştü. Oysa musikimizin önemli bir kısmı. Şansım yardım etti, hayranı olduğum, istifade ettiğim Mesut Cemil’in İstanbul’a gelişiyle temaslarımız sıklaştı. Tahsilimi bitirmiştim, askerliğimi yapmıştım, tıpta ihtisas yaparken, hiç beklemediğim bir zamanda 1952’de İstanbul Konservatuvarı’na öğretmen olarak davet edildim. İstanbul Radyosu müdürlüğünü yürüten Mesut Cemil aynı zamanda konservatuvarda ders veriyordu. Bu vesileyle üstatla yakın beraberliğimiz oldu. İcra Heyeti şefliği ve radyoda müzik yayınlarının tedbiri bendenize verildi. Dolayısıyla en iyi müzik yapılan iki resmi kaynaktan, yani Darülelhan’dan gelen konservatuvar ve Ankara Radyosu’nun tecrübesinden gelen İstanbul Radyosu’ndan istifade ettim.
Çabalarımız sonucunda musiki münevverlerin eline geçti
S.S. Ö : Bahsettiğiniz 2. Dünya Savaşı’nın en şiddetli yılları… Bu durum sizi ve müzik çevresini nasıl etkilemişti?
– Bazı maddeler karneye bağlanmıştı. Gece karartma yapılıyordu. Etrafımız harp alevleriyle çevrili olmasına rağmen halk huzur içindeydi. Şehrin sinemaları dolup taşıyordu, Komedi Tiyatrosu, Dram Tiyatrosu çalışıyordu. Ekrem Reşit – Cemal Reşit kardeşlerin operetleri çok ilgi çekiyordu. Talebe bütçesiyle yaşamama karşın çok rahat ve güzel günlerdi. Kaldığım yurttan çıkıp tramvaya binip Beyoğlu’na çıkabiliyordum. Yani harbin hiçbir sıkıntısını yaşamadım.
Gönül Paçacı: Üniversite korosunda yaşıtınız, hatta kişiliği daha oluşmamış gençleri yönetiyordunuz. Üstlerinde yarattığınız büyük etkinin izleri yıllar sonrasına kadar ulaştı. Size büyük saygı duydular, desteklediler. Bu etkiyi nasıl yarattınız?
– Koro dağılmıştı. Üniversitenin arkasındaki yurtta kalıyordum. Yurttaki musiki meraklısı arkadaşlarla toplanıp kendi aramızda meşk yapıyorduk. Bu grup erkek korosuna dönüştü. Yurt idaresi bize büyük bir salon tahsis etti. Fevzi Halıcı ismindeki arkadaşım kız yurtlarını harekete geçirdi. Onlar da koroya katılmak istedi. Erkek yurdunda bu çalışmayı yapamayacağımız için Eminönü Halkevi’nde bize yer ayrıldı. Bir sene çalışıp sene sonunda konser veriyorduk. İlk konserimizi 1947’de verdik. 1949’da gazetelerde haberler çıktı. Bundan cesaret alıp 50 kişiyle Ankara’da Halk Evi’nde konser verdik. Çok saçma bulduğum alaturka-alafranga tartışmaları o tarihlerde ayyuka çıkmıştı. Bu ortamda, konserimi beğenilmiş olacak ki ertesi gün şehirde kalmamızı istediler. Radyoya davet ettiler. İlk radyo konserimi Ankara Radyosu’nda verdim. Henüz İstanbul Radyosu açılmamıştı. Ankara Radyosu’nda düzenlenen özel programda üniversite korosu tüm yurda sesini duyurdu. Ardından ağır görevler üstlenmeme rağmen üniversite korosunu bırakmadım. Radyo müdürlüğü, müzik programları şefliği yaptım, yine de koro çalışmalarımızı sürdürdük. Öyle ki 1952’de Mesut Cemil’in jübile konserini üniversite korosuyla takviye ettik. Sahne çok büyüktü, geniş bir kadro oluşturuldu. Yani İstanbul Üniversitesi Korosu, 1950’lerin başında ismini dururur hale gelmişti. Neredeyse 75 yıl oluyor. 1952’den itibaren verdiğimiz konserlerden beşinin kaydını yıllar sonra elime geçirebildim. O günlerin tarihi belgesi olarak web sitemde yayımladım. Üniversite korosunun önemli bir özelliği dikkatlerden kaçtı: 1952-53’te tarihlerde amatör bir topluluğun Nevakar’ı okuması önemli hadiseydi. Radyodaki görevim vesilesiyle koro için düzenlediğim programda bu eseri seslendirdik. Plağı radyonun arşivine girdi. Üniversite korosunun radyo konserleri sayesinde bu etki yurda yayıldı. Diğer üniversitelerin, fakültelerin koroları birbirini izledi. Boğaziçi Üniversitesi’nde bile Türk Müziği korosu oluşturuldu. Tüm bu çabaların sonucunda musiki münevver kişilerin eline geçti.
Mesut Cemil’den ilham aldım
S.S.Ö – Toplu icrada zatıaliniz bir taç isimdir. Sizi toplu icrayı belirli bir kalıba, düzene sokmaya iten saikler neydi?
– Ben de bunu kendime soruyorum… 25 yaşlarında bir gençtim… Acaba Mesut Cemil’in programlarını analitik yaklaşımla çok dinlememden mi kaynaklandı? Hemen hemen her programını dinledim. 1953’ten sonra Mesut Cemil ile çok yakın olmamıza karşın musiki konuşmazdık. Ondan etkilenmem sadece icralarını dinlemek yoluyla olmuştur, kendisine çok az şey sordum. Fakat bir olayı anlatmak isterim: Refik Bey’in hastalığı dolayısıyla bir gün İcra Heyeti’ni idare etmiştim. Taksim Belediye Gazinosu’ndaki konserden sonra Mesut Cemil ile İstanbul Radyosu’na birlikte yürüdük. Sohbet sırasında “Doktorcum, ben hiç vurmalı saz kullanmadım. Sen de düşünmüyorsun” dedi. Ben de “müsebbibi sizsiniz” diye cevap verdim. Ankara Radyosu günlerinde “acaba hata mı yapıyorum” diye düşündüğünü, Nuri Halil Bey’in katılımıyla birkaç programa kudüm eklediğini anlattı. “Baktım olmuyor, hemen vazgeçtim” diye ekledi. Hakikaten 1948’deki bu programları İstanbul’da radyomdan dinlemiş ve şaşırmıştım. Musikiden ritmi çıkardığım gerekçesiyle hakkımda pek çok canımı yakacak yazı yazılmıştır ama biz böyle gördük, böyle duyduk…
S. S. Ö – İcralarınızı dinlediğimde toplu cumhur icrası yerine koroyu nüans yakalamaya yönelik yönettiğinizi görüyorum. Bu doğru bir tespit mi?
– Mesut Cemil de bahsettiğim konuşmamızda bu konuya değinmişti. “Kudüm sesleri arasında nüans yapamaz olmuşdum” demişti. Bana da öyle geliyor ki musikiyi metronom ritmleri arasında icra etmek ya da dinlemek biraz garip… Kalkı ki kanun, tanbur, ut gibi perküsyon sazları da var grupta… Bana “Orkestrada âlâsı var” diyorlar bana. Oysa orkestrada baştan sonra perküsyon çalmıyorlar ki. İfade unsuru olarak kullanıyorlar. Türk Musikisi’nde öyle bir alışkanlık yerleşti ki, kudüm vurmadan esere girilemiyor. Bu bana ters geliyor. Daha çok nüansa dikkat etmek, fakat bunda da aşırıya kaçmamak taraftarıyım. Derin kraşendolar yerine dikkat edildiğinde fark edilecek nüanslardan yanayım. Kanaatimce abartılmış nüanslar pek hoş olmuyor.
Konservatuvarı gazinoculardan kurtarma girişimimiz başarısız oldu
G. P – Genç yaşta hem hoca hem de İcra Heyeti şefliği yaptığınız için İstanbul Konservatuvarı’nda da derin iz bıraktınız.
– İcra Heyeti şefliğim bir yıl sürdü. Şeflikle birlikte Sanat Kurulu’na üye oldum. Kurul o (tartışma yaratan) kararı benden önce almıştı. Ben de aynı kanaatteydim. İzzettin Ökte ağabey kabul ettiğim, çok yakın olduğum bir kişiydi. İçkili yerlerde çalışanları (konservatuvardan) uzaklaştırma politikasının sonucunda belki Devlet Korosu’nun kurulmasına yol açacak hamleyi yapabilecektik. Kadromuza daha çok konservatuvardan yeni mezun gençleri alıyorduk. Ama kısmet olmadı. Konservatuvar tekrar gazinonun yoluna girdi. Bu dönemde maalesef üç büyüğümüz yanlış davrandı. Mesut Cemil, Veli Kanık, Refik Fersan yanlış tavır aldı. Bir hafta sonra imzalarını geri çektiler. Bunu onlara yakıştıramadım. Tek başıma kaldım. Ancak bir yıl dayanabildim. Bu dava da muvaffak olamadı.
G.P – Belki de orada oluşan derin çatlak gelecekte devletin çatısı altında bir başka örgütlenmenin başlamasına sebep oldu…
– Son 40 yıldır müzikal analizle ilgileniyorum. Eserlerdeki yapı mükemmelliğinin analetik değerlendirmesini yapıyorum. Büyük bestekarlarımızın eserlerinde estetik değerin yanı sıra yapı mükemmelliği var. Nasıl bir mimari başyapıtın taşını yerinden oynatamazsınız, müzikal eserlerin de notasını değiştiremezsiniz. Bestekarlarımızın bu melodik zenginliği nasıl meydana getirdiklerine hayret ediyorum. Bizdeki melodik zenginliğin Batı müziğinden fazla olduğu kanaatindeyim. Çünkü polifoni yok, armoni yok… Düz bir hatta eser başlıyor ve bitiyor. Halbuki Batı müziğinde eser derinlemesine devam edebiliyor. Bir melodiyi bir kez, iki kez tekrarlar. 50 kez tekrarlayamaz ki. Hanende Zaharya’nın bir segah bestesini ele alın. Makamdan makama nasıl geçmiş? Bu mükemmelliğin hayranı olmamak mümkün değil. Yanısıra ulaştığı estetik seviye de çok yüksek. İlk konserimden itibaren konserlerimde klasik musikinin dışında eser seslendirmedim. 75 yıldır bu musikiyi seslendiriyorum. Kim ne derse desin, klasik musikinin odak noktasında olduğumu da biliyorum. Bununla iftihar ediyorum. Eğer klasik musikiyi bu platforma taşıyabilmişsem bu benim için en büyük bahtiyarlıktır, belki de hayatımın özetidir. Süleyman Demirel’in döneminde Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü’ne layık bulunmuştum. Ankara Televizyonu’nda bir programa davet edildim. Sunucu hanım programı açarken “Klasik Türk müziği denilince Nevzat Atlığ, Nevzat Atlığ ismi geçince klasik Türk müziği akla geliyor, bunu nasıl başardınız” diye sormuştu. Verilen ödülden daha çok mutlu etmişti beni bu yaklaşım. Yıllardır klasik eserlerimizi inceliyorum. Bestekarlarımızın bu mükemmel yapıyı, melodik zenginliği nasıl meydana getirdiklerini çözemedim. Dede Efendi’nin bu açıdan büyük önemi var. Eğer o olmasaydı musikimiz eksik kalabilirdi.
G.P – Seviyenin korunması konusundaki bu anlayışın devletin tepelerine tırmanması, politikaları etkilemesi sayenizde oldu…
– Musikimizde ne kadar beste formu varsa, en güzel örneklerini verebilmiş olmak çok önemli. Düşünün ki Mevlevi ayinlerinden bir hüzzam ayini dinleyin sizi başka bir dünyaya götürür. Öte yandan köçekçenin en güzellerini bestelemiş. Dede Efendi kadar ustalıkla bu formları kullanan başka bestekar yok…
Her konseri bir öncekinden iyi yapmayı hedefledik
S.S. Ö – Seçkinlik, titizlik, dikkat, rikkat gibi kavramlarla zihnim doluyor… Pek çok eserinizin arasında sanıyorum en önemlisi Devlet Korosu. Bu konudaki düşüncelerinizi bizimle paylaşırsanız mutlu oluruz.
– Üniversite korosuyla başladım. Sonra Mesut Bey, Bağdat’a görevli gönderilince korosunu yönettim. Dönüşünde görevi devrettim. Ne yazık ki Mesut Bey’i 60 yaşında kaybettik. 1963’ten 1975’e koroyu idare ettim. Devletin kendi musikisini icra edecek bir korosunun bulunmaması büyük eksikti. Yılmaz Öztuna ile 10 yıl kadar çalışarak nihayet bu konuda muvaffak olduk. Devlet Korosu’nda şunu yapabildim: Klasik musikiyi biraz daha kendi düşüncelerime göre icraya çalışma imkanını buldum. O tarihe kadar hiçbir ekipte eserler notaya bakarak okunurdu. Ezber yapılmazdı. Mesut Bey’in icralarında bile böyleydi. Oysa eser ezberlenmeden iyi hazmedilmiyor. Kekeleyerek okuyorsunuz, ruhuna giremiyorsunuz. Bizde ezber zorunluydu. Konserde elektrik kesildiğinde sazlar bile ezberden çalarak konseri tamamlayabilirdi. İkinci konu: Bir Mevlevi ayinini ilk defa biz sanki orkestra danssız bale müziğini seslendirirmiş gibi icra ettik. 1973’te, daha koroyu kurmadan yaptık bunu. Koro kurulduktan sonra bu konuya daha da önem verdim. 20 civarında ayin icra edilmişti. Bunlardan 10’unun kayıtlarını bulabildim ve web sitemde yayımladım. Natanların bile notaya bakarak okuduğu ayini biz ezbere okuduk… Üçüncü konu: Çok disiplinli olduğum söylenir. Ben bu tabiri doğru bulmuyorum. Disiplin askerlikle ilgilidir. Nasıl ki ben belirli kurallar manzumesine bağlıysam, koro üyeleri de bu yükümlülüğü hissetmeliydi. Onlardan sadece bunu bekledim. Felsefedeki mahşeri vicdan, mahşeri şuuru hissetmek. Her konseri bir öncekinden daha iyi yapabilir miyiz diye düşündük, bu hisle çalıştık. Mesela Tahir Buselik Kafiş hiç okunmamıştır. Raflarda kalmış eserleri de elimizden geldiğince seslendirdik. Ne yazık ki bazılarının kayıtlarını elde edemedim. Çünkü konser verdiğimiz AKM’de 1986’ya kadar kayıt imkanı yoktu. İki ayda Japonya’dan en gelişmiş cihazlar getirilerek kayıtlar başlatıldı. Bunlardan bazılarını elde edip nevzatatlig.com adresindeki web sitemde yayımladım.
G.P – Program tam devam edebilecek kıvama gelmişken süremiz bitti ne yazık ki…
– Sorularınız o kadar memnun etti ki beni, saatlerce cevaplayabilirdim… Her ikinize de teşekkür ederim.
(Karar Perdesi / 10 Aralık 2021 / TRT 2)